Superman, tüm zamanların en popüler kurgu karakterlerinden biri. 1933 yılında ilk kez tasarlandığında, dünyayı istila etmek için gelen, saçsız bir uzaylı idi. Bu haliyle satılamayınca, geliştirilerek bugünkü özelliklerine daha yakın olan görüntüsüyle 1938’de ilk kez çizgi roman hayranlarının karşısına çıktı. Speedo mayolu, pelerinli, arabaları kaldırabilen, yüksek binaların üstünden atlayabilen ve bir tren kadar hızlı bu karakter, kısa sürede ünlendi. Özelliklerine baktığımızda görüyoruz ki dönemin sirklerinde gösteri yapan, ağır nesneleri kaldırabilen, speedo’lu, çizmeli “güçlü adam” (strongman) tipine, havada süzülen trapezcilerin giydikleri pelerin eklenmiş, zamanın en hızlı aracı lokomotiften hızlı koşabilen bir karakter yaratılmış. İnsanlara yardım etmek için üstün özelliklerini kullanan bu karakter, yaratıcıları tarafından dünyada olup biten olaylardan en hızlı şekilde haberdar olabileceği bir yere konuşlandırılmış; gazete binası. Superman, Superman olmadığı zaman, fötr şapkası ve kalın çerçeveli gözlüğüyle, bir muhabir olarak çalışıyor ve böylelikle bu ikinci kimlik, yakınındaki kişilere düşmanları tarafından zarar verilmesini engelliyordu.

Zaman ilerledikçe yüksek binalardan atlamak veya trenden daha hızlı koşabilmek yetmemeye başladı. Kahramanımız kısa süre sonra uçmaya ve bir mermiden daha hızlı hareket edebilmeye başladı. Başta gizli gazeteci kimliği ile süper kahraman kimliği arasında pek fark olmasa da 1940-51 arası radyo tiyatrosu olarak yayınlanan maceralarında bu iki karakter, olabildiğince birbiriyle zıt özellikler kazandı. Kahraman, cesur ve hattâ maço sayılabilecek bir süper insana tezat olarak sakar, çelimsiz, arkadaş çevresinde alay konusu olan pısırık bir gazeteci yaratıldı. Bugün çizgi roman fanatiği olmayan çoğunluk, neredeyse yüz yaşına basacak olan Superman karakterini bu şekilde bildi, tanıdı, sevdi ve özümsedi.
Peki tüm bunların klasik müzikle, yorumculukla ne gibi bir bağı olabilir? Klasik müzik, diğer türlerden farklı olarak, yazılı bir sanat olarak günümüze yüzlerce yıl öncesinden miras kalmıştır. Bir Michael Jackson’ı, Elvis’i dinleyebilme şansımız varken Bach’ı, Mozart’ı, Beethoven’ı sadece okuyabiliyoruz. Geçen zamanın çalgı yorumculuğuna kattığı değerler, gelişen virtüözite, çalgıların teknik olanaklarının artması ve 19. yüzyılın sonundan itibaren yapılan ses kayıtları, müziğin yorumlanış biçimini oldukça etkiledi. Yıllar geçtikçe, ortaya konan yorumlar birer “gelenek” halini almaya başladı. Bugün bir Bach, Bir Mozart çalmak için sanat otoritelerinin fikir birliğiyle onayladığı, geleneklerle yoğurulmuş kriterlere uyulması beklenir. Fakat bu gelenekleri ve yorumlama yöntemlerini ortaya koyan zihinlerin, fikirlerini nasıl türettikleri üzerinde fazla durulmaz. Örneğin Bach konusunda duayen kabul edilen Glenn Gould’un kariyeri, tam olarak 1950’lerin savaş sonrası dünyasına denk gelir. Eski usul olan her şeyin bir kenara bırakılmaya başlandığı ve dört yüzyıl süren modernizm çağının yerini postmodernizme bıraktığı bir dönemde, her türlü denenmemiş, absürt uygulamanın rağbet gördüğü bir çağda kendini gösteren Gould, piyanoyu daha önce hiç duyulmamış bir şekilde klavsen benzeri seslerle çalarak, Bach üzerinde yeni bir yorumlama anlayışının başlamasını sağladı. Bach’ı güncel orkestraların geniş kadrolarıyla yorumlama biçiminin de sadeleşmeye başladığı bu dönemde, müziğin gelişimini çizgisel görme eğilimiyle birlikte barok dönemin daha sade seslerle yansıtılabileceğine olan inanç kanıksandı. Halbuki tam tersi, Bach, gerek çalgı müziğinde gerek orkestra eserlerinde, gerekse de bir öğretmen olarak, yalın olmaktan uzak bir profil çiziyordu. Kilise orgunun ihtişamlı seslerini kullanıyor, orkestrada pikolo trompet gibi parlak ve keskin tınılı çalgılara yer veriyor, klavsen tekniğini sonuna kadar zorluyordu. Üstelik öğrencilerini de çalarken doğaçlama süslemeler eklemeleri için eğitiyordu. Haydn’ın “Paris Senfonileri” olarak bilinen eserleri, ilk kez Paris Olimpiyatları’nın açılışında, bugün bile eşine az rastlanır genişlikteki görkemli bir orkestra ile seslendirilmiştir. Eski dönemde yaşamış ve kısıtlı olanaklarla sanatlarını icra eden bestecileri, azla yetinen, mütevazı kişiler olarak düşünmek, anakronik bir bakışın ürünüdür. Sırf bu ve benzeri gelenekleşmiş dogmaları korumak uğruna, bestecilerin yazdığı metronom numaraları, piyanodaki pedal işaretleri gibi göstergeleri görmezden geliyor, “eskiden farklıydı” düşüncesinin sisleri içerisinde yolumuzu bulamaz hale gelebiliyoruz. Çünkü en iyi olanın, aklın ulaştığı son nokta olduğuna dair 1920’lerden kalma bir inancın gölgesi altında yaşıyoruz. Çalgılarımızın, ses kayıt teknolojimizin gelişmişliği ve bilgiye ulaşabilmenin kolay olması sayesinde, nominal anlamda refah düzeyimizin daha önce tarihin hiçbir anında olmadığı kadar yüksek olduğunu yadsıyamayız. Ancak bu, çağımızın getirilerinin ve düşünüş biçimizin daha iyi olduğunu kanıtlamaz.

Bugün Superman rolünü oynayan bir aktöre, kalıplaşmış beklentiler içerisinde yaklaşırız. Öncelikle pelerin giymesini ve bu haliyle karizmatik ve yiğit olmasını, daha sonra fötr şapkalı, gözlüklü gazeteci kılığına girdiğindeyse bunun tam zıttı bir kimliğe bürünmesini bekleriz. Fakat bu sadece Superman karakterine sonradan ve belirli şartlar altında giydirilen bazı düzenlemelerin sonucudur. Radyo tiyatrosunda iki farklı karakteri seslendiren aktör, görseli olmayan ve sadece duyuma dayalı bu ortamda, iki karakterin arasındaki mesafeyi açmıştır. Böylelikle daha kalın ve sert bir sesle konuşarak Superman olmuş, yan karakteriyse daha ince ve pısırık bir sesle konuşarak vermiştir. Radyo tiyatrosu hiç yapılmasaydı, iki karakter arasında uçurum yaratma geleneği ortaya çıkmayacaktı. Sonra, sirk gösterilerinin, pelerinli ve speedo’lu akrobatların, fötr şapkaların modasının geçtiğini söyleyebiliriz. Superman’in bu şekilde giyinmesi absürt kaçacaktır. O dönemin modası bu olduğu için karakter böyle tasarlanmıştır; kıyafetlerin başka bir amacı yoktur. Gazetecilik de artık en hızlı haber alınan meslek değildir. İnternet sayesinde hepimiz, olan bitene gazetecilerle aynı anda (hattâ daha da önce) ulaşabiliyoruz. Superman’i Superman yapan tüm özelliklerin, var olduğu dönemin özellikleriyle harmanlanarak ortaya çıktığını görebiliyoruz da klasik müziği yorumlarken baz aldığımız geleneklerin de ortaya kondukları çağın birer yansıması olduğunu neden göremiyoruz? Geçmişin büyük ustalarının yorumlama biçimlerine bakarak müziğin nasıl şekillendirilebileceğine dair referans noktaları oluşturuyoruz ve bunları kuşaktan kuşağa aktaran kurumlar oluşturarak gelenekler yaratıyoruz. Bu referans noktaları kendi içerinde öyle çok kılma yaşıyorlar ki bunun sonucunda ekoller doğuyor; Rus piyano ekolü, Fransız keman ekolü…vb. Geleneklere körü körüne inanmayı seçerek kapattığımız kapıların ardındaki zenginliklerin farkına varamadan belki de müzikten, sanattan alınacak keyfin de önüne geçiyoruz. Bizi müziğin özüyle birincil olarak bağlayan notalara olan inancımızın yerini son yüz yılın birikimi almış durumda. 20. ve 21. yüzyılın bilgi kirliliği öyle büyük bir toz bulutu halinde o notaların üzerine çökmüş ki baktığımızda bile sadece yoğun bir toz tabakası görüyoruz. Bana göre artık derin bir nefes alıp üflemenin ve yılların tozunu müziğin üstünden atmanın vakti geldi. Fakat bunun için de kırılması gereken büyük bir engel var: inanç.
Yazar: Orçun Orçunsel