Bizim Kültürümüz Opera mı Senfoni mi?

Çay içen biri değilim. Kahve severim. Ömrüm boyunca çeşitli baskılar karşısında yılarak, yaklaşık 15 bardak çay içmişliğim vardır. Ne zaman bir restoranda, bir kafeteryada otursam, masadaki kişi sayısının bir eksiği olan sayıyı telaffuz etmek durumunda kalırım. Masada beş kişi varsa, çay ikram edilirken, istemiyorum dememe rağmen garsonun “beş çay” siparişi almasıyla “dört!” diye bağırmam bir olur. Fakat yine de masaya beş tane çay getirilir. Asla ve kat’a, bir âdem evlâdının o kırmızı sıvıyı içmeme tercihinde bulunabileceği olasılığı, işletme çalışanlarınca algılanmaz. En son çay maceram, Mart ayında, elektrikli mobiletimi bakım için götürdüğüm tamirhanede zorla elime tutuşturuldu. Adamın ikram etme teklifini üç kere nazikçe geri çevirdikten sonra mutfaktan elinde iki bardak çayla gelip, sanki aramızda konuyla ilgili hiçbir konuşma geçmemişcesine, “taze demledim, sıcak sıcak” diyerek bardağı bana uzatması karşısında yüzümün aldığı ifadeyi dışarıdan görmeyi çok isterdim. Neyse ki mazgala yakın bir tabure bulup oturdum da içmekten kendimi kurtarabildim. 

Alexis Roland-Manuel ve Maurice Ravel Çay İçerken

Bu coğrafyadaki insanlarca, suyun formülünün H₂O yerine Ç₂DO (iki çay, biri demli olsun) şeklinde biliniyor olması, bu “kültürün” böyle sahiplenilmesi ile haftasonları opera temsili veya senfoni konserine gitme alışkanlığı arasında bir bağ olabilir mi?  

Klasik müzik, Avrupa Kültürünün yetiştirdiği entelektüel elit hristiyanlar tarafından, 1600’den beri delice bağıra basılıyormuş gibi düşünülüyor. Halbuki Bach, Mozart, Beethoven, Brahms, Mahler, Schoenberg gibi pek çok dev müzisyen, yaşadığı dönemde -kaba tabirle- “müziği bozmak” suçuyla itham edilmişlerdi. Bach kiliseden kovulmuş, Mahler’in müziğe kattığı yahudi esintilerine halk alaycı ve küçümseyici kahkahalarla karşılık vermiş, Beethoven’ın müziği ise kaba ve gürültülü olarak nitelendirilmişti. İgor Stravinski’nin Bahar Ayini Balesi’nin Paris’teki ilk “skandal” temsilinde seyirciler arasında büyük kavga çıktığı, sandalyelerin havada uçuştuğu bilinir. Hattâ 15 Ocak 1944 yılında Amerika Milli Marşının orkestra düzenlemesini yapan Stravinski’nin, alışılmadık şekilde yedili akor kullanması Boston Polis Teşkilatı tarafından dikkatinden kaçmamış ve besteci 100 Dolar para cezasına çarptırılıp, göz altına alınmıştır. Tüm bunlara karşın, Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu’nu radyoda büyük coşkuyla karşılayan Anadolu Halkı tarafından besteciye gönderilen yüzlerce teşekkür mektubuna da değinmeden geçemem. Saygun’un sıkça ayağına giydiği eski, delinmiş çorapları da bu mektuplardan biriyle kendisine hediye olarak anadolu köylüsü tarafından gönderilmişti. 

İgor Stravinski

İnsanlar, niyeyse “bizim kültürümüz” dedikleri düşük kotalı algıyı  çabucak doldurup geri kalan her şeyi ötekileştirip, dışlamak eğilimindeler. Benimsemek için seçtikleri şeyler, genelde ilksel alışkanlıkların ötesine de geçemiyor. Şunu bir türlü anlatamadık ki klasik müzik, kimsenin kültürü değildir, İtalyanların, Almanların, Fransızların, İngilizlerin de değildir, Amerikalıların, Cezayirlilerin, Japonların, Rusların da. Her milletin, hattâ her etnik zümrenin kendine ait bir müzik, resim, yemek kültürü vardır. Bir de insanlığın ortak çabasıyla geliştirilmiş bir üst kültür vardır. Sosyolojinin Alt Kültür, Karşı Kültür, Kitle Kültürü, Halk Kültürü, Yüksek Kültür ve Popüler Kültür olarak alt dallara ayırarak incelediği kültür kavramını tek bir bakış açısına sıkıştırıp dışlamak, üstüne tartışmaya bile değmeyecek bir davranışken, niçin bu kadar gündeme geliyor, anlamak mümkün değil.  Son model cep telefonuyla instagramda selfie paylaşan taksi şoförünün, konu opera, senfoni olunca hemen alaycı bir karşı tavır refleksi geliştirmiş olmasın da ayrıca gülünçtür. 

Atatürk’ün gerçekleştirdiği modernist devrimin, köy enstitülerinin kapatılması ve sonrasında sağlanan ulaşım rahatlığıyla gerçekleşen göçü kaldıramaması sonucunda, doğduğu yerdeki kısıtlı birikimi göçtüğü yerde yaşatmaya çalışan ve işine gelmeyeni dışlayan, geleni de sahiplenen cahil bir kitle ortaya çıktı. İstanbul’a 1840lardan itibaren operanın geldiğini, Padişahların opera merakı olduğunu hatırlatalım. 1920lerde hiç yoktan var empoze edilmeye çalışılmış bir batı kültürü yoktur, aksine, modernleşen dünyayla birlikte üst kültürün esintileri bu coğrafyada da etkisini göstermiştir.

Hiç yoktan getirmek demişken; 1923 yılında, ekonomik çöküntü içinde olan Anadoluyu kalkındırmak üzere çalışmalara başlanmıştı. Doğu Karadeniz’de halka yeni iş imkanları yaratmak için çay ve narenciye fidanlığı kurmak üzere bizzat Atatürk tarafından Rize’ye gönderilen Zihni Derin, Garal Tepesi’nde çalışmalara başladı. 1924’te Batum’u ziyaret ederek Ruslar tarafından kurulmuş olan çay bahçelerini, çay fabrikasını ve Astropikal Bitkiler Araştırma İstasyonu’nu inceledi. Beraberinde getirdiği çay tohumu ve fidanlarını, narenciye ve bazı meyve çeşitlerini, kendi oluşturduğu fidanlığa dikti. Bölgenin iklim ve yapısının çay yetiştirmeye uygun olduğuna kanaat getirdi. Batum’dan fidan getirip halka dağıtma girişiminde bulunduysa da yeterli ilgi görmedi. Ankara’da bu konu ile ilgili bir yasa teklifi hazırlandı ve tasarı Atatürk’ün desteğiyle 6 Şubat 1924 tarih ve 407 sayılı kanun ile geçerli hale geldi. 

Tam da bu yüzden nerede elinde çayla dikilen bir yurdum insanı görsem gülümserim. Ravel’in L’enfant et Les Sortiléges operası eşliğinde kahvemi yudumlarken yazdığım bu yazıyla, gülümsememi sizinle de paylaşmak istedim.

Yazar: Orçun Orçunsel

Yorum Yaz